Çok yakışıklı... Çok nazik... Konuşurken sanki şiir okuyor, size olan sonsuz tutkusunu gözlerinizin taa içine bakarak anlatıyor... Dokunuşları tılsımlı gibi ve bir tüy kadar hafif... Kadınların beklediği müşfik âşık o!..
Minik bir kusuru var sadece... O bir vampir!
“ÖNCELİĞİM EV İŞLERİYDİ”Her şey 1 Mayıs 2003’te başladı. Orta Amerikalı bir ev kadını olan Stephenie Meyer, gördüğü rüyadan esinlenip bir kitap yazdı: “Alacakaranlık”. Sonra olanlar oldu, kitabının erkek kahramanı Edward, bir anda dünyanın dört bir yanındaki genç kızların rüyalarını süslemeye başladı. Meyer bile kitabına gösterilen ilgiden şaşkındı. “Kitap çok sevilsin, okunsun diye yazmadım ki. Gördüğüm rüyayı unutmamak için hızlıca not almıştım. Notlarımı da kitaplaştırdım. Bunu yaparken önceliğim hep ev işleriydi” diyordu.
Meyer’i ev kadınlığından alıp “Fantezi dünyasının yeni kraliçesi” olmasını sağlayan Alacakaranlık’ta ya da serinin diğer kitaplarında olağanüstü mekânlar, insanlar, diyaloglar yok. Küçük bir kasaba, sıradan ilişkiler, basit gündelik yaşamlar, günümüzün sıkıcı iş ve okul ilişkileri.
“Peki bu romanı bu kadar özel kılan ne?” derseniz; bu sıradanlığın içinde özellikle genç kızların rüyalarını süsleyen, “sıra dışı aşk ilişkisi”. Aşkı sıra dışı kılan da genç erkek kahramanımızın vampir olması.
Ancak Meyer, kendi rüyasına da giren vampire, kitabında açıkça torpil yapmış: O ve ailesi bildiğimiz vampirlerden değil. O ailemizin vampiri bir yerde. Zira Edward ve ailesi vejetaryen! “Bu ne demek şimdi, kan yerine bitki suyu mu içiyorlar?” diyenleri tebessümle karşılayıp açıklayalım: Edward elbette kan içiyor ama insan kanı değil. Bu özelliği de onu vampirler dünyasında ayrıcalıklı bir yere taşıyor ve diğer vampirlere düşman ediyor.
Uyumayan, ölmeyen, yaşlanmayan, olağanüstü güçlü, hızlı, insanların zihnini okuyan, nazik, düşünceli bir vampir Edward. Gencecik bir lise öğrencisi... Kasabaya gelen Bella ise sakarla şapşal arası, normal ölçülerde bir genç kız. Olaylar bu iki gencin tanışıp birbirini sevmesi üzerine gelişirken insan kanı emen kötü vampirler, kurt adamlar da kahramanların hayatına karışıveriyor. Bella, Edward’ın vampir olduğunu daha kitabın ilk sayfalarında anlıyor ama ne fayda; sevmiş bir kere! (İleride evliliklerine de tanık oluyoruz!)
Edward’ın sihrine gelince... Yaratıcısı Stephenie Meyer’in bunu şöyle yorumluyor Newsweek’e verdiği röportajda: “Edward çok sevildi. Onun her özelliği mükemmeldi ve vampir olmasının hiç önemi yoktu okuyucu gözünde. Edward beklentileri yükseltti. Fakat ben o rüyadan çok etkilenmiştim. İnsan böyle bir rüyayı bir kez görür. Bu tam da benim ihtiyacım olan şeydi. İçimdeki kilitli kapıyı açtım. Anlatılmayı bekleyen birçok hikâye varmış anlaşılan. Ben yazar değil, daha çok hikâye anlatıcısıyım.”
YAZARIMIZ BİR MORMON
Gerçekten de Meyer’in “Alacakaranlık” serisini okuyanlar, yazarın edebi bir dil kullanmadığını, gündelik dille yazdığını görmüşlerdir. Zira yazarımız üç çocuk annesi, mutlu ve meşgul bir ev kadını. “Alacakaranlık”ı yazarken çocukları da henüz bebekti: “Üç oğlum da çok küçüktü. Ama bilgisayardan uzak kalamıyor, sürekli yazmak istiyordum. Birkaç satır yazıp altlarını değiştiriyordum, kalkıp ev işlerini yapıyor, o arada oturup birkaç satır daha yazıyordum.”
Meyer aynı zamanda bir Mormon. (Yani Amerika’da Joseph Smith’in kendisine kiliseyi yenileme görevi verildiğini iddia ederek kurduğu kiliseye bağlı.) “Mormon olmam benim için çok önemli. Ben hayatımı doğru bir biçimde, olabileceğimin en iyisi olmak için yaşıyorum” diyor ve ekliyor: “Din öğretileri benim için önemli elbette. Kitaplarım dini kitaplar değil ancak dini dışlamıyor, hatta vampirlerimin bile bu öğretilere saygısı var” şeklinde yanıtlıyordu.
Peki satış rekorları kıran vampirler kitaplarının yazarının ya kendisi de vampir olsaydı? Meyer’in buna da verilmiş yanıtı var: “Yaşlanmamaktan mutlu olurdum. Bir de uyumadan kalabilmek mükemmel bir beceri olurdu.” (Fügen Ünal Şen)
Kaynak : İnternet Haber